17 Ağustos 1999, saat 03:02. Gölcük’te başlayan o korkunç sarsıntı, sadece birkaç saniye sürdü ama binlerce hayatı sonsuza dek değiştirdi. Gece, uykunun en derin anında, yer gök inledi. Evler, hayaller, umutlar bir anda toz ve moloz yığınına dönüştü. Anneler çocuklarını, çocuklar annelerini kaybetti. Sokaklar, çığlıklarla, gözyaşlarıyla doldu. Enkaz altında kalan her bir can, bir hikâyeydi; yarım kalmış sevdalar, söylenmemiş sözler, yaşanmamış yarınlar...
O gece, Türkiye’nin kalbi kırıldı. Yitip giden 17 binden fazla can, geride bıraktıklarıyla birlikte bir ulusun ruhunda derin bir yara açtı. Komşular, akrabalar, dostlar, bir anda yabancı bir sessizliğin içinde buldular kendilerini. Ama o karanlıkta, insanlık da parladı. Elbette dayanışma, el uzatma, bir ekmek parçasını paylaşma çabası... Yine de, o geceyi yaşayanlar için hiçbir şey acıyı tam anlamıyla dindiremedi.
Hâlâ, o depremin adı anıldığında gözler dolar, yürekler sızlar. Çünkü 1999, sadece bir tarih değil; kayıpların, özlemlerin ve asla unutulmayacak bir acının adıdır.
O gece, Türkiye’nin kalbi kırıldı. Yitip giden 17 binden fazla can, geride bıraktıklarıyla birlikte bir ulusun ruhunda derin bir yara açtı. Komşular, akrabalar, dostlar, bir anda yabancı bir sessizliğin içinde buldular kendilerini. Ama o karanlıkta, insanlık da parladı. Elbette dayanışma, el uzatma, bir ekmek parçasını paylaşma çabası... Yine de, o geceyi yaşayanlar için hiçbir şey acıyı tam anlamıyla dindiremedi.
Hâlâ, o depremin adı anıldığında gözler dolar, yürekler sızlar. Çünkü 1999, sadece bir tarih değil; kayıpların, özlemlerin ve asla unutulmayacak bir acının adıdır.